29 Eylül 2014 Pazartesi

Aklın Nerede Senin?

Sandalyeye oturduğundan beri yerdeki fayansları inceliyordu. Kahve tonunda taşların arasından geçen beyaz çizgileri izlemeye başladı. Takip ettim gözlerini. Önce bir müddet düz gitti, ilerde sağa kaydı, az daha ileri ve sonra sola, bir taş miktarı kadar daha ilerledikten sonra tekrar düz devam etti. Gayet yavaş ilerliyordu gözleri, böyle yazınca hızlı gibi oluyor. O ana kadar hiç göz göze gelmememize rağmen odada bakışlarını takip eden tek insan olduğumu anlamıştı da sanki gezindiği beyaz çizgi benim ayakucumda bitti ya da gerçekten engel oluyordum önceden rotasını belirlemiş olan bu göz yolcusuna.
Ayakucumda bir süre sabit kalan bakışları yavaşça gözlerime kaydı. Öyle bakıyordu ki gözümün içine bakışlarının beynimi çoktan deldiğine ve yaslandığım duvarın ardını görebildiğine emindim. Bir anda nabzım hızlanmaya, avuçlarım terlemeye başladı. Gözlerimi gözlerinden kaçırma isteği öyle ağır bastı ki içimde ama başaramadım. Hani bazı rüyalar vardır, bağırırsınız ama kimse duymaz. İşte tam da öyle bir şeydi. Bağırdım ama kimse duymadı. Uyanıktım, üstelik bilincim de yerindeydi. Odadaki diğer insanları duyabiliyordum ancak onlar beni duymuyorlardı. Bir süre sonra sakinleştim.
Hemen sağındaki duvara sabitlenmiş sandalyeye oturmak üzere o tarafa yöneldim. Ama gözleri hala gözlerimdeydi. Sanki gözbebeklerimiz arasında bir lastik varmış da başka yöne bakmamızı engelliyormuş gibiydi. Biz uzakken oldukça gergin, ben ona yaklaştıkça kalınlaşıyordu. Yavaşça oturdum sandalyeye. Aramızda beş on karış mesafe ya var ya yoktu. Başımı ona doğru eğip sordum:
-Adın ne senin?
Yeni ayılan bir insan gibi kafasını sallayıp gözlerini kırpıştırdı sorumu duyunca. Sonra saf bir tebessümle cevap verdi:
-Meczup, dedi. Annem öyle söylüyor. Çünkü aklı terk eden benmişim. Nerde terk etmişim, kime emanet etmişim bilmiyorum ama ben terk etmişim. Çok ihtiyacım da olmuyor hani. Senin var da ne işe yarıyor sanki.
Kulağa oldukça anlamsız gelen şeylerdi bunlar. Ama garip ki etkilemişti. Garip ki düşünmeye itmişti beni.
-Nasıl yani? Aklımın bir işe yaramadığını mı düşünüyorsun?
-Sen yaradığını mı düşünüyorsun?
Üzerimdeki etkisi birden sinire dönüşmüştü. Bu da ne demekti şimdi!
-Elbette yaradığını düşünüyorum, aklım olmasa eve nasıl ekmek götürecektim ben? Nasıl okuyacaktım bunca yıl, nasıl yaşayacaktım?
Hocalarım söylemişlerdi hâlbuki bir hastayla asla tartışmaya girmemeliydim. Aptallık bende aklı olmayan, hatta onu terk ettiğini iddia eden biriyle neyin tartışmasını yaşıyordum Allah aşkına. Düşüncemi böldü:
-Benim gibi yaşayacaktın muhtemelen. Sonra senin gibi akıllılar gelip seni inceleyeceklerdi, dedi kocaman bir kahkaha patlatarak. Aklın alamayacağı şeyler vardır hayatta, bir noktaya geldikten sonra akıl bir işe yaramaz. O noktaya gelmeden önce de aklı nerede kullandığın mühimdir. Kullandığın yer derecesinde basamağın değişir. Sen yukarı çıktığını zannedersin yerin dibine geçersin. Peki, söyle bakalım senin aklın nerede?
Bir an gözlerinden kurtulup boş duvara daldı gözlerim. Bir şeyler düşünmem gerekiyordu sanırım. Evet. Evet; bir şeyler düşünmeliydim ve uzun zamandır düşünmediğimi fark ettim, sonra da düşünmek istemediğimi. Düşünürsem kaybolacaktım sanki ve yapmam gereken daha onlarca iş vardı rutininden şaşmaması gereken. Belki de düşünce tembelliği hastalığıma bulduğum ilacı elimin tersiyle itip düşünmemeye karar verdim ve bu anlattıklarının hepsinin boş laflar olduğuna inandırdım kendimi. Bu inancıma yakışır bir cevap verdim:
-Yerin dibine geçen sensin haberin yok, dedim sessizce ona biraz daha sokularak. Birazdan gelip götürecekler seni. Odanda kendinle baş başa görüşürsünüz bu meseleleri. Anlam yüklü zannettiğin anlamsız düşüncelerin ve sen… Bol bol vaktin olacak merak etme.
- Anlamanı beklediğimden değil anlatmamın sebebi, dedi. Siz akıl sahipleri bizleri anlamış olsaydınız anlamaktan bu kadar korkup da bizi o odalara tıkmazdınız zaten. Anlam arayışında bile değilsin kullandığını zannettiğin aklınla, değil anlamı bulmak…
Tam ağzımı açıp cevap verecektim ki beni umursamaz bir tavırla kapıya kaydı gözleri. Üzerimdeki etkisiyle ben de kapıya yöneldim. Birkaç saniye sonra kapı çaldı. İçeri bakıcılardan iki kişi girdi. Doktorun yanına gidip dosyalara bakındılar. İlk kez bir hastayı götürmeye geldiklerinde böyle tuhaf hissettim. Ne kadar inkar etsem de kendimce, etkilenmiştim. Odasına götürülmeden önce nasıl hissettiğini sezmek maksadıyla yüzümü ona çevirdim ki acıyan bir gülümsemeyle derin derin bakıyordu gözlerime. Bir süredir beni izlediğini hissettim. Sakince ayağa kalkıp kulağıma eğildi:
-Akıllı olduğunu iddia edip de arayışta olmayanın aklından şüphe ederim. Aklını kullandığın her bir şeyden hesabın var, bunu asla unutma. Bir gün gelir ki o gün mutlaka gelecektir; ileriye doğru bakarsın, zift karası. Hani nerededir seni bekleyen o aydınlık geleceğin? Gelecek garip bir kavram evlat akıldan akla değişiyor zamanı? Kimi yarın diyor, kimi yirmi yıl sonra, kimi de ruhunu teslim ettikten sonrası… O gün herkes öğrenecek gelecek kavramının asıl manasını? İşte o gün gelmeden önce şair sormuş kendine: “Biz bunun için mi geldik...” Sen ne zaman soracaksın kendine?
Hızla başlayıp yavaşça bitirdi söylediklerini. Daha sonra doğrulup onu bekleyen hasta bakıcıların yanına gitti. Hiç zorluk çıkarmadan kollarına girmelerine izin verdi. Kapıdan çıkarken son kez arkasını dönüp sadece bana gülümsedi:
-Aklını kullan dostum, yerin dibi çok kalabalık, diye bağırdı ve ardında koca bir soru bıraktı;
“Sahi, aklım nerede benim?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder