Sandalyeye
oturduğundan beri yerdeki fayansları inceliyordu. Kahve tonunda taşların
arasından geçen beyaz çizgileri izlemeye başladı. Takip ettim gözlerini. Önce
bir müddet düz gitti, ilerde sağa kaydı, az daha ileri ve sonra sola, bir taş
miktarı kadar daha ilerledikten sonra tekrar düz devam etti. Gayet yavaş
ilerliyordu gözleri, böyle yazınca hızlı gibi oluyor. O ana kadar hiç göz göze
gelmememize rağmen odada bakışlarını takip eden tek insan olduğumu anlamıştı da
sanki gezindiği beyaz çizgi benim ayakucumda bitti ya da gerçekten engel
oluyordum önceden rotasını belirlemiş olan bu göz yolcusuna.
Ayakucumda bir
süre sabit kalan bakışları yavaşça gözlerime kaydı. Öyle bakıyordu ki gözümün
içine bakışlarının beynimi çoktan deldiğine ve yaslandığım duvarın ardını
görebildiğine emindim. Bir anda nabzım hızlanmaya, avuçlarım terlemeye başladı.
Gözlerimi gözlerinden kaçırma isteği öyle ağır bastı ki içimde ama başaramadım.
Hani bazı rüyalar vardır, bağırırsınız ama kimse duymaz. İşte tam da öyle bir
şeydi. Bağırdım ama kimse duymadı. Uyanıktım, üstelik bilincim de yerindeydi.
Odadaki diğer insanları duyabiliyordum ancak onlar beni duymuyorlardı. Bir süre
sonra sakinleştim.
Hemen
sağındaki duvara sabitlenmiş sandalyeye oturmak üzere o tarafa yöneldim. Ama
gözleri hala gözlerimdeydi. Sanki gözbebeklerimiz arasında bir lastik varmış da
başka yöne bakmamızı engelliyormuş gibiydi. Biz uzakken oldukça gergin, ben ona
yaklaştıkça kalınlaşıyordu. Yavaşça oturdum sandalyeye. Aramızda beş on karış
mesafe ya var ya yoktu. Başımı ona doğru eğip sordum:
-Adın ne
senin?
Yeni ayılan
bir insan gibi kafasını sallayıp gözlerini kırpıştırdı sorumu duyunca. Sonra
saf bir tebessümle cevap verdi:
-Meczup, dedi.
Annem öyle söylüyor. Çünkü aklı terk eden benmişim. Nerde terk etmişim, kime
emanet etmişim bilmiyorum ama ben terk etmişim. Çok ihtiyacım da olmuyor hani.
Senin var da ne işe yarıyor sanki.
Kulağa oldukça
anlamsız gelen şeylerdi bunlar. Ama garip ki etkilemişti. Garip ki düşünmeye
itmişti beni.
-Nasıl yani?
Aklımın bir işe yaramadığını mı düşünüyorsun?
-Sen
yaradığını mı düşünüyorsun?
Üzerimdeki
etkisi birden sinire dönüşmüştü. Bu da ne demekti şimdi!
-Elbette
yaradığını düşünüyorum, aklım olmasa eve nasıl ekmek götürecektim ben? Nasıl
okuyacaktım bunca yıl, nasıl yaşayacaktım?
Hocalarım söylemişlerdi
hâlbuki bir hastayla asla tartışmaya girmemeliydim. Aptallık bende aklı olmayan,
hatta onu terk ettiğini iddia eden biriyle neyin tartışmasını yaşıyordum Allah
aşkına. Düşüncemi böldü:
-Benim gibi
yaşayacaktın muhtemelen. Sonra senin gibi akıllılar gelip seni
inceleyeceklerdi, dedi kocaman bir kahkaha patlatarak. Aklın alamayacağı şeyler
vardır hayatta, bir noktaya geldikten sonra akıl bir işe yaramaz. O noktaya
gelmeden önce de aklı nerede kullandığın mühimdir. Kullandığın yer derecesinde basamağın
değişir. Sen yukarı çıktığını zannedersin yerin dibine geçersin. Peki, söyle
bakalım senin aklın nerede?
Bir an
gözlerinden kurtulup boş duvara daldı gözlerim. Bir şeyler düşünmem gerekiyordu
sanırım. Evet. Evet; bir şeyler düşünmeliydim ve uzun zamandır düşünmediğimi
fark ettim, sonra da düşünmek istemediğimi. Düşünürsem kaybolacaktım sanki ve
yapmam gereken daha onlarca iş vardı rutininden şaşmaması gereken. Belki de
düşünce tembelliği hastalığıma bulduğum ilacı elimin tersiyle itip düşünmemeye
karar verdim ve bu anlattıklarının hepsinin boş laflar olduğuna inandırdım
kendimi. Bu inancıma yakışır bir cevap verdim:
-Yerin dibine
geçen sensin haberin yok, dedim sessizce ona biraz daha sokularak. Birazdan
gelip götürecekler seni. Odanda kendinle baş başa görüşürsünüz bu meseleleri.
Anlam yüklü zannettiğin anlamsız düşüncelerin ve sen… Bol bol vaktin olacak
merak etme.
- Anlamanı
beklediğimden değil anlatmamın sebebi, dedi. Siz akıl sahipleri bizleri anlamış
olsaydınız anlamaktan bu kadar korkup da bizi o odalara tıkmazdınız zaten.
Anlam arayışında bile değilsin kullandığını zannettiğin aklınla, değil anlamı
bulmak…
Tam ağzımı açıp
cevap verecektim ki beni umursamaz bir tavırla kapıya kaydı gözleri. Üzerimdeki
etkisiyle ben de kapıya yöneldim. Birkaç saniye sonra kapı çaldı. İçeri
bakıcılardan iki kişi girdi. Doktorun yanına gidip dosyalara bakındılar. İlk
kez bir hastayı götürmeye geldiklerinde böyle tuhaf hissettim. Ne kadar inkar
etsem de kendimce, etkilenmiştim. Odasına götürülmeden önce nasıl hissettiğini
sezmek maksadıyla yüzümü ona çevirdim ki acıyan bir gülümsemeyle derin derin
bakıyordu gözlerime. Bir süredir beni izlediğini hissettim. Sakince ayağa
kalkıp kulağıma eğildi:
-Akıllı
olduğunu iddia edip de arayışta olmayanın aklından şüphe ederim. Aklını
kullandığın her bir şeyden hesabın var, bunu asla unutma. Bir gün gelir ki o
gün mutlaka gelecektir; ileriye doğru bakarsın, zift karası. Hani nerededir
seni bekleyen o aydınlık geleceğin? Gelecek garip bir kavram evlat akıldan akla
değişiyor zamanı? Kimi yarın diyor, kimi yirmi yıl sonra, kimi de ruhunu teslim
ettikten sonrası… O gün herkes öğrenecek gelecek kavramının asıl manasını? İşte
o gün gelmeden önce şair sormuş kendine: “Biz bunun için mi geldik...” Sen ne
zaman soracaksın kendine?
Hızla başlayıp
yavaşça bitirdi söylediklerini. Daha sonra doğrulup onu bekleyen hasta
bakıcıların yanına gitti. Hiç zorluk çıkarmadan kollarına girmelerine izin
verdi. Kapıdan çıkarken son kez arkasını dönüp sadece bana gülümsedi:
-Aklını kullan
dostum, yerin dibi çok kalabalık, diye bağırdı ve ardında koca bir soru
bıraktı;
“Sahi, aklım
nerede benim?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder