17 Aralık 2014 Çarşamba

Dokuz Taş


Ertelediklerim var. Günleri aylara, ayları yıllara çevirmişim zaman akıp giderken. Bir de baktım ki erteledikçe unutuyorum yapılacakları, bir de baktım ki giderek yapılamayacak hale geliyor bazıları.

Bir dağın zirvesine tırmanıp güneşin doğuşunu bekleyecektim mesela bir yaz sabahı. Elimde bir kağıt, bir kalem. Güneş ufukta henüz göstermeye başlayacaktı ki kendini, ben çizmeye koyulacaktım. O yükseldikçe silip daha yükseğe karalayacaktım, sonunda onu sabitleyemeyeceğimi anlayıp seyre dalacaktım. Tam hizama geldiği vakit pılımı pırtımı toparlayıp uzaklaşacaktım oradan, insanlar çoğalmadan. O zaman olsaydı böyle yapardım. Sevmezdim kalabalığı. Hala sevmem ama kopamam da. İnsan toplumsal bir varlık nihayetinde, arada bir tek başınalığın gerekliliği unutturulan. 

Sonra daha sokak oyunları oynayacaktık. Sokağın sadece bizim bildiğimiz veya öyle zannettiğimiz ücra bir köşesinde saklı dokuz taşımız... Bakalım kim devirecek diye heyecanla beklediğimiz o anlar ve sonrasında tüm sokağı koşarak tavafımız. Hepsini yeniden yaşayacağım inancındaymışım ilk fırsatta.

İlk fırsatta? Hiç olmamış galiba. Fırsatını bulamadıkça elbet bir gün oynarız kanısına varıp büyüdüğümü de unutmuşum. Artık oyun oynama yaşımı çoktan geçtiğim yüzüme vurulduğunda hatırladım büyüdüğümü. Babam gibi biz çocukken diye başlayan cümleler kurma yaşına geldiğimi farkettim. Yine bir yerlere koştururken bir direğin arkasına saklanılmış üst üste dizili dokuz taşı gördüğümde bu buraya mı saklanır hiç diye düşündüğüm an anladım, büyüdükçe neyi nereye gizlememiz gerektiğini daha iyi öğrendiğimizi.

Bir şeyleri dağıttığımda nasıl kaçacağımı daha iyi biliyorum mesela artık. O zamanlar her türlü zorluğa göğüs gerip yükseltirken dağılan taşlarımı göğe doğru, inanıyordum. Görmezden gelmiyordum dağılan parçaları. Direniyordum, çabalıyordum ve başarıyordum da. Şimdi olmuyorsa olmuyor diyor, her birini hayat denen bu gelip geçtiğimiz sokağın dört bir yanına bırakıyorum. Uzaklaşıyorum. Koşmaya gücüm kalmamış sanki yorulmuşum, toparlamak ağır mı geliyor ne?

Birkaç kişi yardım ediyor bana. O kadar az ki sayıları, saymaya korkuyorum vesselam. Ya da bir yanlışımda arkalarını döneceklermiş de iyice dağılacağım endişesi yaşıyorum. Adımlarımı yavaş ve sağlam atıyorum bu yüzden. Emin olmalıyım kendimden. Ben yavaşladıkça zaman daha da hızlanıyor sanki. Ben yavaşladıkça ayaklarım ağırlaşıyor; kollarım sarkıyor bedenimden, bana ait değillermiş gibi. Gözlerim kapanıyor usul usul. Sanki birilerinin kontrolünde sağdan soldan patikalara sapıyorum. Olmadıkça daha da dağılarak dönüyorum. Bir daha, bir daha deniyorum.


Birkaç kez tökezleyip birkaç darbe yediğimde kendime geliyorum. Kapandığı gibi usul usul açılıyor gözlerim. Bir mana sapağına dalıyorum. Dayanağın anlamını arıyorum. Sapağın başında dizili dokuz taş. Hay Allah bunu her arayan bulur ki burada. Yoksa arayanlar bulsunlar diye mi bu kadar meydanda, bu kadar aşina? Derinde aradığımdan mı göz önünde olanı bu kadar boşladım, erteledim acaba? Sonra sonra... Gelemedi, o sonra. İşte şimdi taşlar burada, tam yanı başımda...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder