27 Mart 2016 Pazar

GEÇMİŞE DAİR...

                        


“Geçmişin hayalini kurabilir miyiz dersin?”
Bugün yine kafamda olur olmaz sorular. İnsan neden böyle gereksiz meseleleri dert edinir ki kendine. Neden yapıyorum bunu bilmiyorum.
“Affedersin…”
Her zamanki gibi cevap vermiyor zaten. Sırdaşımla konuşuyorum. O bir ağaç. Boyumun yaklaşık beş katı uzunluğunda. Kolları dört bir yana uzanıyor,  gölgesi vesilesiyle bana beni sevdiğini hissettiriyor. Öyle büyük bir vefayla bağlıyız ki birbirimize ben her fırsatta onun yanında alıyorum soluğu, o da ben ne zaman gitsem aynı yerde bekliyor. Beni bu dünyada sözümü kesmeden dinleyen tek canlı. Sadece ona anlatırken ben kelimesini duymuyorum. Sadece onun yanında hıçkıra hıçkıra ağlayabiliyorum ya da avazım çıktığı kadar bağırabiliyorum. Öfkemi en iyi o yatıştırıyor mesela. Bazen ona karşı bencillik ettiğimi düşünüyorum.
Ağacım elbette insansız hava sahasında. Aksi takdirde yanında sergilediğim hareketlerden ötürü buradan gideceğim yer belli. Neyse ki yanından ayrılıyor ve kendi irademle beşeriyete doğru yol alıyorum. Önce uzun asfalt bir yol karşılıyor beni. Kulağımda sevdiğim bir melodi çalıyor. Ritmi ruhumda hissediyorum, adımlarıma yansıyor. Keyfim yerinde mi? Belki. Müziğin iniş çıkışlarına göre değişiyor.
Asfalt yol; ilerde taşlardan yapılmış, gittikçe genişleyen bir yola dönüşüyor. Yol değişince başka şeylerin de değiştiğini anlamak zor değil. Başımı kaldırıp etrafıma bakıyorum. Sağlı sollu binalar başlıyor. Sağdan ikinci binaya yöneliyorum. Oraya yaklaştıkça ruhum genişliyor. Beynimin kıvrımlarında bir hareketlenmeler yaşanıyor ki sormayın. Bu dünya büyüyor da ben içine nasıl sığamıyorum, hayret ediyorum. Dünya büyüyor, ben küçülüyorum.
Orada ilk Leyla ile tanışmıştım. Bosna savaşı zamanları. Gördüğü her türlü işkenceye tanıklık ettiğim halde ellerim hiçbir zaman ona ulaşamadı. Sonra Hasan vardı, o da ellerimi uzatamadığımdan içimi yakanlardandı.  O kadar çok izlemiştim ki uçurtma yarışlarını Afganistan semalarında, sonra o semaları kara bulutlar kapladı. Bir de Lennie… Çalılıkların arkasında George’u beklerken nasıl da heyecanlıydı. O heyecan da kursağımızda kaldı.
Şu binanın içine girip de bir köşeye kıvrılmak rüya alemine dalmak gibi bir şeydir. Bambaşka alemlere yolculuk edersiniz. Hiç gitmediğiniz yerlere gider, görmediklerinizi görür, işitmediklerinizi işitir, hatta sizi oraya götüren eğer iyi bir rehberse an’a dokunabilir, koklayabilirsiniz bile. Adeta ışınlanırsınız anlayacağınız. Ruhunuz hisseder, bedeninizse o köşede sizi bekler taa ki kitabın kapağını kapatıncaya kadar.
Kimilerine müdahale etmek istersiniz. Fakat rüya aleminde bile eğer üstünde durursanız gerçekleştirebileceğiniz lucid kavramı bu alemde asla işlemez. Burada ipler sahibinin elindedir. Kılınızı kıpırdatamazsınız. Bazıları da vardır ki zaten kıpırdatmak istemezsiniz. Sadece ne olup biteceğinin heyecanı sarar sizi. Misal Dr. B nin yaşadığı her anı iliklerinize kadar yaşar, bir dahaki hamleyi düşünürken adımlarınızı bir o yana bir bu yana onunla beraber atarsınız. Ya da Nuh Tufan’ın arkasından iş çevrilirken aslında sizin arkanızdan iş çevrildiğini kitabın son sayfasını çevirmeden biraz önce anlarsınız. McMurhy, toplumun deli diye etiketlediği insanları uyandırmaya çalışırken davasında içten içe destek olur, ona uyguladıkları şoktan sonra ne olacağını nefesinizi tutarak beklersiniz ve daha birçok dünya. Her birinin kapısını aralar, şöyle bir bakar çıkarsınız. Bir yandan dünyanı bir balon gibi şişirirken bir yandan da elini kolunu bağlayıp seni o büyüyen dünyaya sığdıramayan garip bir hal. Koca bir ironi.
Bugün bir kapıyı aralamaktan ziyade geçmişi yaşamak için bu binadayım. Kitaplar, her ne kadar şu anın öncesinde yazılsalar da onlara geçmiş diyemeyiz. Hele de onlar her okuyanla canlanıp yeniden yaşamlarını sürdürürlerken. Peki ya benim dünyamda geçmiş midir kitap? Bence geçmiştir. Ben kapattıysam o kapıyı artık, açtıkça anılarım canlanır. Eğer hala yoksul ve boş odalar onu hatırlatıyorsa bana, ben tanık olduysam kapının arkasındaki saklanışlarına; elbette gördüğüm her eski paltoda Raskolnikov beyin kıvrımlarımın arasından görünmese olmaz mesela.
Şimdi onlarca dünyanın içinde durup gözlerimi yumuyorum. Nasıl da özlemişim bu kokuyu. Camdan dışarıya bakıyorum. Kim bilir altlarından kaç kez geçtiğim sokak lambaları. Buradan tek başıma yürümeyi her zaman daha çok sevmişimdir ve her şeyin tam hayalimdeki gibi olması için kulağıma bir de ney üflenmesi gerekir. En sevdiğim zamana en sevdiğim mekanı ekleyip içinden şu anı çıkarıyorum. Geçmişin önünde saygıyla eğilerek masada kavuşturduğum kollarımın üzerine bırakıyorum başımı.
Gerçek aleme döndüğümde onlarca dünya arasında küçük bir kütüphanenin cam kenarındaki masasında oturduğumu fark ediyorum. Başımı kollarımdan kaldırıp camdan dışarı bakıyorum. Kim bilir altlarından kaç kez geçeceğim sokak lambaları. Neyse ki bazı alemleri bazı alemlere taşımak mümkün. Aralanacak kapılar hep bulunuyor da kendime acilen bir sırdaş bulmalıyım.

2 yorum:

  1. Kapılardan geçtikçe çeşit çeşit şeyler görür insan, hayrete düşer de her defasında ama bir türlü de diyemez, anlatamaz onları. Belki inanmazlar diye düşünür, belki de istemez sadece. O vakitlerde, elzemdir bir dost, en ketum sessizliklere bile.

    P.s: Teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Belki de en çok gördüklerimizi paylaşabilmek için ararız bir dostu ve bence en güzel dost bizim sessizliğimizi anlayabilen dosttur.Biz anlatamasak da...

      Ben teşekkür ederim, çokça

      Sil