GEÇMİŞE DAİR...
“Geçmişin hayalini kurabilir miyiz
dersin?”
Bugün yine kafamda olur olmaz sorular. İnsan neden böyle
gereksiz meseleleri dert edinir ki kendine. Neden yapıyorum bunu bilmiyorum.
“Affedersin…”
Her zamanki gibi cevap vermiyor zaten. Sırdaşımla konuşuyorum.
O bir ağaç. Boyumun yaklaşık beş katı uzunluğunda. Kolları dört bir yana
uzanıyor, gölgesi vesilesiyle bana beni
sevdiğini hissettiriyor. Öyle büyük bir vefayla bağlıyız ki birbirimize ben her
fırsatta onun yanında alıyorum soluğu, o da ben ne zaman gitsem aynı yerde
bekliyor. Beni bu dünyada sözümü kesmeden dinleyen tek canlı. Sadece ona
anlatırken ben kelimesini duymuyorum. Sadece onun yanında hıçkıra hıçkıra
ağlayabiliyorum ya da avazım çıktığı kadar bağırabiliyorum. Öfkemi en iyi o
yatıştırıyor mesela. Bazen ona karşı bencillik ettiğimi düşünüyorum.
Ağacım elbette insansız hava sahasında. Aksi takdirde
yanında sergilediğim hareketlerden ötürü buradan gideceğim yer belli. Neyse ki
yanından ayrılıyor ve kendi irademle beşeriyete doğru yol alıyorum. Önce uzun
asfalt bir yol karşılıyor beni. Kulağımda sevdiğim bir melodi çalıyor. Ritmi
ruhumda hissediyorum, adımlarıma yansıyor. Keyfim yerinde mi? Belki. Müziğin
iniş çıkışlarına göre değişiyor.
Asfalt yol; ilerde taşlardan yapılmış, gittikçe genişleyen
bir yola dönüşüyor. Yol değişince başka şeylerin de değiştiğini anlamak zor
değil. Başımı kaldırıp etrafıma bakıyorum. Sağlı sollu binalar başlıyor. Sağdan
ikinci binaya yöneliyorum. Oraya yaklaştıkça ruhum genişliyor. Beynimin
kıvrımlarında bir hareketlenmeler yaşanıyor ki sormayın. Bu dünya büyüyor da
ben içine nasıl sığamıyorum, hayret ediyorum. Dünya büyüyor, ben küçülüyorum.
Orada ilk Leyla ile tanışmıştım. Bosna savaşı zamanları.
Gördüğü her türlü işkenceye tanıklık ettiğim halde ellerim hiçbir zaman ona
ulaşamadı. Sonra Hasan vardı, o da ellerimi uzatamadığımdan içimi
yakanlardandı. O kadar çok izlemiştim ki
uçurtma yarışlarını Afganistan semalarında, sonra o semaları kara bulutlar
kapladı. Bir de Lennie… Çalılıkların arkasında George’u beklerken nasıl da
heyecanlıydı. O heyecan da kursağımızda kaldı.
Şu binanın içine girip de bir köşeye kıvrılmak rüya alemine
dalmak gibi bir şeydir. Bambaşka alemlere yolculuk edersiniz. Hiç gitmediğiniz
yerlere gider, görmediklerinizi görür, işitmediklerinizi işitir, hatta sizi
oraya götüren eğer iyi bir rehberse an’a dokunabilir, koklayabilirsiniz bile.
Adeta ışınlanırsınız anlayacağınız. Ruhunuz hisseder, bedeninizse o köşede sizi
bekler taa ki kitabın kapağını kapatıncaya kadar.
Kimilerine müdahale etmek istersiniz. Fakat rüya aleminde
bile eğer üstünde durursanız gerçekleştirebileceğiniz lucid kavramı bu alemde
asla işlemez. Burada ipler sahibinin elindedir. Kılınızı kıpırdatamazsınız.
Bazıları da vardır ki zaten kıpırdatmak istemezsiniz. Sadece ne olup biteceğinin
heyecanı sarar sizi. Misal Dr. B nin yaşadığı her anı iliklerinize kadar yaşar,
bir dahaki hamleyi düşünürken adımlarınızı bir o yana bir bu yana onunla
beraber atarsınız. Ya da Nuh Tufan’ın arkasından iş çevrilirken aslında sizin
arkanızdan iş çevrildiğini kitabın son sayfasını çevirmeden biraz önce
anlarsınız. McMurhy, toplumun deli diye etiketlediği insanları uyandırmaya
çalışırken davasında içten içe destek olur, ona uyguladıkları şoktan sonra ne
olacağını nefesinizi tutarak beklersiniz ve daha birçok dünya. Her birinin
kapısını aralar, şöyle bir bakar çıkarsınız. Bir yandan dünyanı bir balon gibi
şişirirken bir yandan da elini kolunu bağlayıp seni o büyüyen dünyaya
sığdıramayan garip bir hal. Koca bir ironi.
Bugün bir kapıyı aralamaktan ziyade geçmişi yaşamak için bu
binadayım. Kitaplar, her ne kadar şu anın öncesinde yazılsalar da onlara
geçmiş diyemeyiz. Hele de onlar her okuyanla canlanıp yeniden yaşamlarını
sürdürürlerken. Peki ya benim dünyamda geçmiş midir kitap? Bence geçmiştir. Ben
kapattıysam o kapıyı artık, açtıkça anılarım canlanır. Eğer hala yoksul ve boş
odalar onu hatırlatıyorsa bana, ben tanık olduysam kapının arkasındaki
saklanışlarına; elbette gördüğüm her eski paltoda Raskolnikov beyin kıvrımlarımın
arasından görünmese olmaz mesela.
Şimdi onlarca dünyanın içinde durup gözlerimi yumuyorum.
Nasıl da özlemişim bu kokuyu. Camdan dışarıya bakıyorum. Kim bilir altlarından
kaç kez geçtiğim sokak lambaları. Buradan tek başıma yürümeyi her zaman daha
çok sevmişimdir ve her şeyin tam hayalimdeki gibi olması için kulağıma bir de
ney üflenmesi gerekir. En sevdiğim zamana en sevdiğim mekanı ekleyip içinden şu
anı çıkarıyorum. Geçmişin önünde saygıyla eğilerek masada kavuşturduğum
kollarımın üzerine bırakıyorum başımı.
Gerçek aleme döndüğümde onlarca dünya arasında küçük bir
kütüphanenin cam kenarındaki masasında oturduğumu fark ediyorum. Başımı
kollarımdan kaldırıp camdan dışarı bakıyorum. Kim bilir altlarından kaç kez
geçeceğim sokak lambaları. Neyse ki bazı alemleri bazı alemlere taşımak mümkün.
Aralanacak kapılar hep bulunuyor da kendime acilen bir sırdaş bulmalıyım.
Kapılardan geçtikçe çeşit çeşit şeyler görür insan, hayrete düşer de her defasında ama bir türlü de diyemez, anlatamaz onları. Belki inanmazlar diye düşünür, belki de istemez sadece. O vakitlerde, elzemdir bir dost, en ketum sessizliklere bile.
YanıtlaSilP.s: Teşekkürler.
Belki de en çok gördüklerimizi paylaşabilmek için ararız bir dostu ve bence en güzel dost bizim sessizliğimizi anlayabilen dosttur.Biz anlatamasak da...
SilBen teşekkür ederim, çokça